Bu dünyada yerim yoktu. Hayat peşinden kovaladığım ama hiçbir zaman benim olmayacağını hissettiğim bir şeydi. Hayatta da bir yerim yoktu benim. İnsanlardan uzak, yaşamaktan keyif almayan adeta canlı olan her şeye uzak biriydim. Bi kelebek kadar hissetmiyordum canlılığı içimde. Yanıma uğramamıştı sanki hayat. İyi ve güzel şeyleri reddediyordum, bilmiyordum mutluluğu. Bilmeye de yanaşmıyordum. Bunu ne zaman öğrenmiştim? Hayatı izlemeyi. İyi ve güzel şeylerden uzak kalmak, hayata atılmamak uzun zaman sonra bi alışkanlık haline gelmişti. Kendimi layık hissetmiyordum. Ne yaşama ne de diğer insanlara. Aynaya baktığımda hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey sormuyordum kendime, üzülüyordum bir şeylere ama sanki üzüntüm karamsarlığa ve donukluğa dönüşmüştü.. Tâki bir gün hayat bana gelip dokunana kadar, dokunup da içimden geçene kadar. İşte o zaman anladım yaşamaya ne kadar yabancı olduğumu. Mutluluktan uzak durdum yeniden. Yaptığım bu seçim acı vericiydi. Suçlu hissettim ve kendimi bir şekilde cezalandırmak istedim. Mutsuzluğu seçen bendim, bunun için kendini cezalandıran da.. Ölmek iyi bir fikir gibi geliyordu. Zaten ölmüştüm bu hayatta. Son kez ölmek ve acıma son vermek niyetindeydim.
Acımı ve seçimlerimin nedenlerini anlamak, kendimi daha yakından görmeme yardımcı oldu. Şimdi ise kendime saygı duymayı ve kendimi sevmeyi öğrenmek için çabalıyorum.
Sevmek ve saygı duymak kendime, kendimden uzak kalarak yapabileceğim bir şey değildi. İnsan görmek istemediği yönlerini, zayıflıklarını kabul etmeli, kırgınlıklarını anlamaya çalışmalı. Kendine bi ışık tutmaya cesaret edebilirse insan, kendini anlayabilir ve her anlama çabası kendine bir merhamet ve saygıyla sona erer.